
Dikiş ipliği üreten bir İngiliz tekstil firmasının, 1887 yılına ait ve üzerinde Sultan V. Murat'ın resmi bulunan reklamını, yukarıda görebilirsiniz. Aşağıda ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun, hüzünlü iktisat tarihini okuyacaksınız...
Kişi başına düşen gelir miktarı, binlerce yıl boyunca neredeyse hiç değişmedi; ta ki şu son 200 yıla kadar...
Sanayi Devrimi, birçok ülkede kişi başı gelirlerin sürekli olarak artmasına neden oldu. Mesela, bugün İngiltere'deki kişi başı gelir miktarı, 1800'ler İngiltere'sinin tam 12 katı. Ama bu senaryo, tüm ülkeler için maalesef aynı şekilde ilerlemedi.
Gelişmiş ülkeler ile, gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelir farkı, son 200 yılda azalmadı, aksine arttı. 1820 yılında, en zengin ve en fakir ülkeler arasındaki gelir farkı 3 kattı. Bu fark, bugün 60 kat.
Bu ayrımın arkasında ise sadece, son 200 yılın ortalama büyüme hızları arasındaki %1 veya %2 gibi küçük farklar yatıyor. İlk bakışta kulağınıza önemsiz gelen bu minik farklar, uzun vadelerde ülkelerin gelir düzeyleri arasında büyük uçurumlara yol açtı.
Sanayileşmede geciken, ancak sonradan gelişmiş ülkelerin gelir düzeylerini yakalayan bazı örnek ülkeler mevcut. Bunlar arasında İtalya ve İspanya gibi Avrupa ülkelerinin yanı sıra, Japonya ve Güney Kore gibi Asya ülkeleri de bulunuyor. Bir mucize başaran bu ülkeler, gelişmiş ülkeler ile aralarındaki farkı kapatana kadar; 20-30 yıl boyunca kesintisiz olarak, kişi başı yıllık gelir artış hızlarını, %5'in üzerinde tutmak zorunda kaldılar. Türkiye ise, son 200 yılının hiçbir döneminde, bu ortalamayı yakalayamadı.
***
17 ve 18. yüzyıl Avrupa'sında, ekonomik gücü artan üretici ve tüccarların güdümüyle devletler, merkantilist politikalar izlenmeye başladı. Yani ihracatı zenginliği artıran bir araç olarak gördükleri için; tüccarlarını siyasi, ekonomik ve dahi gerekirse askeri olarak desteklemekten çekinmiyorlardı. Osmanlı'da ise Devlet-i Aliyye, ''düzen bozulur'' diye, tüccarların zenginleşmesine sıcak bakmıyordu.

Osmanlı yönetimi; iç piyasada malları bollaştırdığı ve halkın erişmesini kolaylaştırdığı için ithalatı özendiriyor, Avrupalı tüccarlara büyük imtiyazlar veriyordu. Kendi vatandaşlarından daha üstün vergi avantajları sunması bir yana dursun, Osmanlı ülkesinde kendi mahkemelerini kurmak ve ticari anlaşmazlıkları bu mahkemelerde görmek gibi, devletin bağımsızlığını tehlikeye atan bazı haklar dahi verilmeye başlanmıştı.
Osmanlı; yerli üretimini, ithal malların rekabetinden korumak için çaba sarf etmediği gibi, Sanayi Devrimi'nin teknolojisiyle üretim yapacak fabrikaları kuracak bir Türk sermayedar sınıfı da henüz mevcut değildi. İthalat kapılarının sonuna kadar açılmasına, kimse itiraz etmiyordu.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'daki tüm devletler içinde, kişi başına en az vergiyi toplayabilen iki ülke Polonya ve Osmanlı İmparatorluğu'ydu. Osmanlı'nın toplayabildiği yıllık vergi miktarı; kişi başına, 3 günlük düz işçi ücretini geçmiyordu. Bugünün şartlarında, kişi başı, yıllık sadece 1.700 TL vergi verdiğinizi düşünün. Şimdi bir de maaşlarınızdaki aylık kesintileri ve her alışverişinizde ödediğiniz KDV'leri bununla bir kıyaslayın... Osmanlı maliyesinin içinde bulunduğu ekonomik durumu anlamak için, bu örnekler yeter.
Vergi toplayamayan Osmanlı, 18. yüzyılda Rusya ve Avusturya ile girdiği savaşları kazanamayarak, sürekli toprak kaybedecekti. Diğer vergi fakiri Polonyalıların toprakları ise, Rus ve Avusturyalılar arasında paylaşılacaktı. İşte Osmanlı'nın karşısındaki tehdit de, buydu...
18. yüzyıl Anadolu'sunda dış ticaret sınırlı kalmış olsa da, Balkan vilayetlerinin Batı Avrupa ile ticareti sürekli artıyor ve gayrimüslim Balkan tüccarları zenginleşiyordu. Fransız Devrimi'yle başlayan milliyetcilik akımlarından da etkilenen bu zengin tüccarlar, Balkanlar'da Osmanlı'dan ayrılışın fitilini ateşledi. Bu hareketleri Avrupa ülkelerinden de destek görünce, 19. yüzyıl başlarında önce Sırbistan, sonra da Yunanistan bağımsızlıklarını ilan ederek Osmanlı'dan koptu.
***
Sanayi Devrimi'nin yarattığı ilk sektör; pamuklu tekstildi. Başta İngiltere olmak üzere Batı Avrupa ülkeleri, eskisinden çok daha hızlı üretebildikleri mamul mallar için sürekli yeni pazarlar arıyorlardı. Ucuza üretilen bu mallar Osmanlı topraklarındaki ücra köylere bile ulaşmışken, kent ve kasabalardaki Türk zanaatkarlar, Avrupa kökenli malların rekabetine yenik düşüyor ve günden güne yok oluyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda, 18. ve 19. yüzyılın başlarında devlet eliyle kurulan bazı imalathaneler yok değildi. Ancak bu imalathaneler, Sanayi Devrimi öncesindeki eski teknolojiyi kullanıyorlardı. Durumu kotarmak için Osmanlı yöneticileri 1830 ve 40’larda, Avrupa'dan son teknoloji makinalar ithal etti ve bir dizi fabrika kurdu. Ama bu fabrikalar sadece ordunun ve sarayın taleplerini karşılayacak üretimi yapıyorlardı. Feshane, Tophane, Hereke Halı fabrikası bunlardan bazılarıydı... Bu fabrikaların çoğu işletilemedi ve kısa sürede üretimi durdurdu. İmparatorluğun en önemli sanayi merkezi ise Selanik'ti ve Osmanlı'nın toplam fabrika üretiminin yarısını tek başına gerçekleştiriyordu; o da, 1912 yılında Yunanistan'a kaybedildi...
***
Diğer yandan, Avrupalıların arayışta olduğu tek şey, mamül maddelerini satabilecekleri pazarlar değildi... Fabrikaları için ucuz hammade ve fabrikalarda işçi olan halkları için de gıda temin etmeleri gerekliydi. Osmanlı, pazar için tarıma teşvik edildi... O güne kadar küçük çiftliklerinde geçimlik tarım yapan Osmanlı çiftçisi, bundan sonra ticarete yönelik tarım yapacak; mahsul, Avrupa'ya ihraç edilecek; çiftçi gelir, Devlet-i Aliyye ise daha çok vergi kazanacaktı. Öyle telkin edilmişti... Bugüne kadar İstanbul'u besleyen bereketli Balkan toprakları kaybedilmiş, Anadolu'da ise ekilmeyen büyük araziler mevcuttu. Kulağa mantıklı geldi...
Tütün, üzüm, incir, ham ipek, tiftik, afyon, fındık, pamuk ve zeytinyağı gibi tarımsal ürünler, 20. Yüzyıl başlarında Türkiye'nin temel ihraç mallarını oluşturuyordu. İhraç edebildiğimiz yegane mamul mal ise, elle dokunan halı ve kilimlerdi. İthalatımızın ise yarıdan fazlası mamul mallar, özellikle pamuklu ve yünlü tekstilden oluşuyordu. Yani meyve satıp, kumaş; zirai ürün satıp, sanayi malı alıyorduk...
Avrupa sermayesi ilerleyen zamanlarda ticaretlerini daha da artırmak, satın aldıkları gıda ve ham maddelerin de nakliye masraflarını düşürmek gibi niyetlerle, Osmanlı topraklarında liman ve demiryolu gibi altyapı yatırımlarına girişti. Çünkü bereketli Osmanlı topraklarının, bol ve güzel mahsülleri, ne kadar çoğalır ve ihraç edilirse, Devlet-i Aliyye o kadar çok vergi toplar, güçlenirdi... Anadolu'nun ilk demiryolu hangisidir, ne zaman yapılmıştır, kim yapmıştır biliyor muydunuz? Sene 1856. İlk demiryolumuz İzmir - Aydın hattı. Demiryolunu yapan ve işleten şirketin adı Osmanlı Demiryolu Şirketi. Sadece adı Osmanlı, kalan herşeyi İngiliz'di... Peki neden ilk demiryolumuz İstanbul'da değil de, İzmir ve Aydın arasındaydı? - Menderes Ovası'nın bereketli mahsullerini, İzmir limanından İngiltere'ye götürmek için...
19 yüzyıl koşullarında başarılı sanayileşmenin yolu; korumacılık, demiryolları, bankalar ve okullardan oluşan bir karma paketten geçiyordu. Ancak siyasi bağımsızlıkları olmayan sömürge ülkelerinde, bu reçete tabi ki uygulanamayacaktı. Osmanlı ise, siyasi bağımsızlığını elinde bulunduruyordu bulundurmasına ama, ekonomik bağımsızlığı tartışmalıydı. Savaşın sürekli kapıda olduğu o tarihlerde, ekonomik bağımsızlığı şüpheli olan bir devlet, siyasi bağımsızlığını da ne kadar süre koruyabilir, bilinmezdi...
Osmanlı, durumun farkındaydı. Reformlar yaparak maliyeyi düzeltmeye, orduyu güçlendirerek toprak bütünlüğünü korumaya çalışıyordu, ama bunların getirdiği bir de sonuç vardı; tüm bu güzel girişimlerde Osmanlı, Avrupa devletlerinin desteğine başvurmak zorunda kaldı. Ancak Avrupa devletleri; bu askeri, siyasi ve mali destekler karşılığında, Osmanlı ekonomisinin daha fazla dışa açılması yönünde baskı yaptı. Bugünün gelişmiş ülkeleri, o tarihlerde ithalata yasaklar getirerek kendi üreticilerini koruyor ve sanayilerini güçlendiriyorken, Osmanlı'dan kapıları sonuna kadar açmasını istiyorlardı...
Avrupalı devletlerin desteğine ihtiyaç duyan Osmanlı, İngilizlerle meşhur Balta Limanı Ticaret Anlaşması'nı imzalarken, önüne konan bir maddeye de ''evet'' deyip geçti. ''Savaş dönemleri ve olağanüstü hallerde, devletin ihracata getirdiği ilave vergilerin kaldırılması''. Sıradaki savaşın adı Kırım'dı ve Ruslar gözlerini hasta adama dikmişlerdi. Osmanlı, işte bu anlaşma maddesi nedeniyle, savaş vergilerini toplayamadı, dara düştü. Osmanlı Bankası kuruldu, savaşı finanse etsin diye... Yanlış anlaşılmasın; banka İngiliz bankasıydı, yine sadece adı Osmanlı'ydı... Osmanlılar Kırım Savaşı'nı nihayet kazandı, ama aldıkları borçları ödeyemedi... Bu borçlara karşılık, Osmanlı'nın bir takım vergi gelirleri Avrupalı alacaklılara devredilecekti. Hangileri gelirleri mi? Tuz ve tütün tekelleri, balıkçılık, ipek ve alkolden alınan vergiler, Doğu Rumeli vilayetlerinin ödediği bütün vergiler... Bir de bu vergileri toplaması için, kontrolü yabancılarda olacak bir kurum kurulacaktı, adını duyunca hepinizin hatırlayacağı; Duyun-i Umumiye, yani Genel Borçlar...
***
1867 yılında, yabancılara toprak satılmasına müsade çıktı. İngiliz sermayedarlar, İzmir ve civarında büyük araziler almaya ve kapitalist çiftlikler kurmaya başladılar. Topraksız kalan Osmanlı çiftçisi, düşük ücretler karşılığında İngiliz mülkü olan çiftliklerde çalışacak, mahsuller İngiliz şirketinin işlettiği demiryolu ile limana taşınacak, oradan da İngiliz gemileriyle İngiltere'ye nakledilecekti. Plan güzeldi, ama tutmadı... Anadolu'da toprak bol, emek kıttı. Osmanlı çiftçisi, İngiliz çiftliklerinde işçi olmak istemedi. İngilizler, sömürge ülkelerinde böyle bir durumla karşılaştıklarında, olağanüstü vergiler konması veya kanunlar yoluyla baskı kurarak, çiftçilerin küçük topraklarından koparılmasını sağlıyorlar ve kendilerine işçi temin ediyorlardı. Ekonomik özgürlüğü tartışmalı olan Osmanlı, bu durumuna rağmen, İngilizler'in benzer taleplerini yerine getirmedi. Sonunda İngilizler aldıkları toprakları satmak zorunda kaldı.
1888 yılında, pazara yönelen bölgelerdeki işletmelere kredi sağlamak amacıyla, Ziraat Bankası kuruldu. Bu kez mülkiyeti, İngilizler'e veya başka bir Avrupalı'ya ait değildi... Ama Avrupalı'ların yönettiği Düyun-ı Umumiye, bu tür girişimlere kaynak ayırmayı imkansız kılıyordu.

19. yüzyılda, Avrupalı tüccarlar Osmanlı kırsalında dolaşır, köylü kadınların dokudukları halıları ucuza toplar, Avrupa'ya ihraç ederlerdi. Talep öyle artmıştı ki, Avrupalı sermayedarlar tarafından Oriental Carpet Manufacturers ya da diğer adıyla, Şark Halı Şirketi denen bir şirket kuruldu. Bu şirket; özellikle tarımsal üretimin kısıtlı olduğu bölgelerimizde, köylü kadınlara iplik ve gereken diğer malzemeleri sağlayarak, parça başı ödeme yöntemiyle, halı dokumacılığını yaygınlaştırmaya çalıştı. 1910’lara gelindiğinde, şirketin Anadolu'daki toplam çalışan sayısı 15.000'e ulaşıyordu.
Hızlı iktisadi büyüme ve gelişmenin ancak sanayileşme ile sağlanabileceği 19. yüzyılda, Türkiye ekonomisinin sınırlı büyümesinin nedenleri; sanayi yerine tarımla büyümeye çalışması; tarımda da pazara üretim yapan alanların sadece kıyı bölgeleriyle sınırlı kalması; merkezi devletin bu kırsal nüfusa gereken imkanları sağlayacak gücü olmaması; ve tarıma dayalı büyüme modeli ile, yüksek verimlilik ve yüksek getiri artışı elde etmenin güçlüğüydü.
19. yüzyıl boyunca Batı Avrupa devletleri, siyasi bağımsızlıklarını sürdürebilen ülkelerin ekonomilerini, zorla veya pazarlıklar sonucunda imzalanan serbest ticaret anlaşmaları ile açık tutmaya çalıştılar. Osmanlı İmparatorluğu da bu kurbanlardan biriydi.
Bugün hala İngiltere ve ABD gibi gelişmiş ülkeler, gelişmiş sanayilerini devlet müdahaleciliğine borçlu olmalarına rağmen, gelişmekte olan ülkelere; korumacılık ve devlet müdahaleciliğinin araçlarını kullanmamalarını, doğrudan veya uluslararası kuruluşlar yolu ile, ''güzellikle'', telkin ediyorlar...
Kaynaklar
[1] Türkiye'nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Şevket Pamuk, 2022.
Commentaires