
Allain de Botton, Statü Endişesi isimli kitabında statüyü; kişinin, dünya gözündeki değeri veya önemi olarak tanımlar. Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu olan 1776 yılından bu yana ise statü, giderek artan bir biçimde ekonomik başarıyla ilişkilendiriliyor.
Statü endişesi ise; kişinin, toplum nezdinde kabul gören başarı kriterlerine ulaşamayacağına ve toplumda saygınlık göremeyeceğine dair yaşadığı bir kaygı türüdür.
Botton, insanları yüksek statü aramaya iten dürtülerin; para, ün ve nüfuza olan özlem olduğunu, ancak tüm bunların altındaki ana nedenin ise sevgi arayışı olduğunu söylüyor. Yani kişi; para, ün veya nüfuz elde etmeyi, sevgi görmenin bir yolu olarak kabullenebiliyor. Buradaki sevgi kelimesini; ailemizden veya sevdiklerimizden gördüğümüz türde duygusal bir sevgi olarak değil, toplumda kabul görme, toplum tarafından onaylanma şeklinde düşünmeliyiz.
Toplum tarafından sevgi görmemeyi, William James'in Psikolojinin İlkeleri isimli kitabından bir örnekle daha iyi anlayabiliriz; bir kişi içeri girdiğinde kimse dönüp bakmasa, konuştuğunda cevap vermese, ne yaptığına aldırış etmese, karşılaştığı herkes o yokmuş gibi davransa, çok geçmeden bu kişinin içini bir tür öfke ve umutsuzluk kaplar. İşte tam da bu sebeple statü, toplum tarafından sevilmenin bir aracı olarak algılanabilir.
İnsanlar, kendi değerlerini ölçerken, doğal olarak etraflarındaki kişileri referans noktası kabul ettiklerinden; çevremizdekilerin bizim hakkımızda ne düşündükleri, kendimizi nasıl değerlendirdiğimizi etkiler. Bu sebeple de zenginlik veya itibar gibi kavramların hayatımızdaki önemine veya bunların ne kadarının yeterli olduğuna karar verirken; dengimiz olarak gördüğümüz, çevremizdeki insanları referans alırız. Birlikte yaşadığımız, birlikte çalıştığımız bu insanlar kadar veya onlardan bir miktar fazlasını elde edince kendimizi başarılı ve önemli sayar, aksi durumda ise statü endişesine kapılırız. İlginç bir diğer nokta ise; gelir dağılımında büyük eşitsizliklerin yaşandığı günümüz dünyasında, zenginlik ve şöhret anlamında bizden çok daha yukarı basamaklarda bulunan kişileri değil, yalnızca kendimize denk gördüğümüz insanları referans almamız.
Ayrıca, James’e göre her başarısız olduğumuz konu statü endişemizi tetiklemiyor. Yalnızca değer verdiğimiz ve gururumuzu yatırdığımız bir konuda başarıya ulaşamaz isek statü kaygısına kapılıyoruz. Düşünün ki, hiç tecrübeniz olmamasına rağmen işyerinizden bir arkadaşınız sizi bir balık tutma etkinliğine davet etti. Eliniz bomboş bile dönseniz, hiçbir kaygı, küçümsenme, dışlanma hissetmezsiniz; ama aynı arkadaşınız, birkaç yıldır gözünüzün olduğu yönetici koltuğunu sizden kapıverirse, statü endişesi içinizi kemirecektir. Yani statü kaygısının ölçütü, kendi hedeflerimizdir.
Fransız filozof Jean Jacques Rousseau, zenginliğin çok fazla ‘’şey’’e sahip olmakla değil, özlediğimiz şeylere sahip olmakla elde edileceğini iddia etmiştir. Botton’ın görüşüyse; gücümüzün yetmediği bir şeyi arzuladığımızda, kaynaklarımız ne olursa olsun, daha da fakirleştiğimiz, sahip olduklarımızla memnun olduğumuz her an ise, ne kadar az şeye sahip olursak olalım, zengin sayılabileceğimiz yönündedir. İnsanları zengin etmenin iki yolu mevcuttur; onlara daha fazla para verin ya da isteklerini dizginleyin, diyor Rousseau.
Statü; kişisel özelliklerimiz vasıtasıyla, fiziksel yeteneklerimizle, sanatsal becerilerimizle, bilgelikle, güç ve himayeyle ya da zorbalıkla elde edilebilir. Yüksek statünün bu belirleyicileri, zaman içerisinde değişmeye devam ettikçe, statü endişesinin tetikleyicileri de değişime uğrayacaktır. M.Ö 400’lü yıllarda Sparta şehir devletinde, toplumun en yüksek statü sahibi kişileri; aileye çok az önem gösteren, ticaret ve lüksten kaçınan, savaşçı ve gözü pek erkeklerdi. Batı Roma İmparatorluğu’nun dağıldığı M.S 476 yılından itibaren ise Avrupa’da statü, kendilerini Hz. İsa’ya adamış, naif, eline hiç silah almamış, hiçbir canlıya kıymamış insanlara layık görülmeye başlandı. İlk haçlı seferinin düzenlendiği 1096 yılından sonra ise statü belirleyicileri yeniden değişime uğradı, bu kez zenginleşmekte olan ve kalelerde yaşayan şövalyelere verildi. Sanayi Devrimi’nin yaşandığı 1760’lı yıllarda ise nasıl savaşılacağı değil, nasıl dans edileceğini bilmek önem arz ediyordu; toplumda en çok saygı gören kişiler, fabrikalarını çalıştıran, ticaretle uğraşan, zengin beyefendilerdi.
Antik dünyada filozoflar, temel gıda ve barınmanın gerekli olduğunu, ancak lüks evler ve yemeklerin felsefi düşünceye sahip insanlar tarafından önemsenmemesi gerektiğini savunmuşken; sanayi devrimine şahitlik etmiş, kapitalizmin babası kabul edilen, Milletlerin Zenginliği kitabının yazarı Adam Smith ise modern materyalist toplumlarda hayatta kalma açısından gereksiz olan birçok şeyin, insanlar için yine de gerekli olduğunu, saygı kazanmanın, bu ‘’birçok şey’’ ile bağlantılı olduğunu ileri sürdü.
İspanyollar 16. Yüzyılda Amerikan yerlileri ile temaslarından sonra, onları maddi anlamda basit ama spiritüel açıdan zengin insanlar olarak tanımlamışlardı. Avrupalıların gelişinden sadece birkaç on yıl sonraysa, Amerikan yerlileri için statü, artık kişinin bilgeliğine ve doğanın dengelerini kavrayışına değil; silah, mücevher ve alkole sahip olmasına bağlıydı. Bu yeni heyecanlar tesadüfen ortaya çıkmadı. Avrupalı tüccarlar, yerlileri Avrupa pazarının ihtiyaç duyduğu hayvan postlarını avlamaya motive etmek için, kasıtlı olarak Kızılderililerin arzularını teşvik etmişlerdi. O yıllarda yaşamış, Amerika’ya göçmüş İngiliz ailenin çocuğu olan tarihçi Robert Beverley ise şöyle yazıyordu; Avrupalılar, yerlilere lüksü öğrettiler. Bu da onların isteklerini çoğalttı ve daha önce hayal bile etmedikleri binlerce şeyi arzulamalarına neden oldu.
Bazı başarıların ve ''şey''lere sahip olmanın, bize kalıcı bir tatmin sağlayacağına inanmak istiyoruz. Ancak, bunlara eriştiğimizde referans noktamızın yeniden değişeceğini ve yepyeni statü endişelerine sebep olabileceğini unutuyoruz. Beş büyük Roma imparatorunun sonuncusu Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler adlı eserinde şöyle yazmıştı; ...eğer gerçeği iyice anladıysan, herhangi birinin senin hakkında ne düşündüğünü umursama... Zira önceki tecrübelerin gösteriyor ki ne zenginlikte, ne şanda, ne eğlencede, hiçbir yerde mutlu yaşamı bulamadın...
Alain de Botton'ın dediği gibi; statüyü elde etmek zor, ömür boyu sürdürmek ise daha da zordur. Önemli olan rastgele bir grubun gözünde nasıl göründüğümüz değil, ne olduğumuzu bilmemizdir.
* Kullanılan resim, U.S Steel şirketinin başkanı Schwab'ın, Amerikan çelik endüstrisinin tekeli Andrew Carnegie'ye; sanayiden elde ettikleri zenginliği, ayrıcalıklı bir azınlığa yönelik kurumlara bağışlamaktansa, işçilerin yararına kullanmanın daha akıllıca olup olmayacağını sorduğu, Puck dergisinde çıkan illüstrasyon.
Kaynaklar
[1] Alain de Botton, Status Anxiety.
[2] Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler.
Comentarios